Soranın da anasını

Soranın da anasınıAhmet Altan - 10.05.2009

Çimen kokusuna karışmış bir deniz kokusu sabahın serinliğinde bütün sahile yayılmıştı, çimlerin üstü bembeyaz papatyalarla kaplıydı, erguvan ağaçlarının eflatunumsu çiçekleri yapraklarına ayrılıp havada uçuşuyordu, ortancalar kabarmıştı, bahçe çitlerinden mor salkımlar sarkıyordu, kaldırım kenarlarında narin gövdeli leylak ağaçları dizilmişti, manolyalar tomurcuklanmıştı.

Bir neşe, bir işve, bir aşiftelik sinmişti sabahın ışığına, kokuları, çiçekleri, renkleri, cilvesiyle bahar, “gel, gel” ediyordu.

Ben gazeteye gidiyordum.

O öfkeli Kazak Abdal’ın sesi dolanıp duruyordu içimde.

“Gazetenin de anasını…”

Onun o hergele öfkesi, sabahın sevincine, içimin coşkusuna, işe gitmenin kızgınlığına pek bir denk geliyordu.

“Kazak Abdal nutkeyledi,

Cümle halkı ta’neyledi

Sorarlarsa kim söyledi,

Soranın da anasını…”

Gazeteye gelip bilgisayarımı açtım ki…

Ooo, Kazak Abdal kaç para, Türkü Kürdü ağızbirliği etmiş bana sövüyor.

Ne olmuş?

“Barış olsun” demişim.

Barışın da anasını…

Çocuklar ölüp duruyor ya bu diyarda, ben de ölmesinler istiyorum.

Artık iyiden iyiye çıldıran bu iki halk barışsın, savaş bitsin, çocuklar güzel, mutlu bir hayat yaşasın istiyorum.

Her zaman böyle olmaz ama dışarıda bahar doludizgin koştururken panjurları inik bir odada çalışmak beni bunalttığından olsa gerek ben bir kızdım.

Bir sövdüm

Ölmesin diyenin de anasını…

Babamın muhteşem bir sözü vardır, “savaş kârlıysa savaş olur, barış kârlıysa barış olur.”

Artık barış daha kârlıydı ve kaçınılmaz olarak barış olacaktı.

Ama birileri için hâlâ “savaşın” kârı da sürüyordu.

Savaşın da anasını…

Barışa engel olmak isteyenlere bir bahane vermemek, bir an önce barışı sağlamak için bazı “jestler “yapılması gerektiğini söylemiştim, “Erdoğan’ın barış için geldiği 2005’te Diyarbakır’dan kovalanması iyi olmamıştı” demiştim, “PKK silahlı militanlarını sınır dışına çekerse savaş isteyenlerin bahanesi kalmaz” demiştim…

Aman Allahım, ne “Tayyipçiliğim, ne hükümet yandaşlığım, ne pasifistliğim”, hatta Kemalist kardeşlerim üzülecekler ama “ne Kemalistliğim” kalmıştı.

Türkler de öbür yandan yüklenmişti.

Onlara göre de “hain, Kürt âşığı, vatan ve bayrak düşmanı”ydım…

Vatanın da anasını, bayrağın da anasını…

“Deli miyim ulan ben” diye düşündüm.

Sanki “barışı getirmek” gibi bir görevim vardı da görevimi iyi yapmamıştım.

Kürtlerin de Türklerin de derdi birdi, “barış olacaksa olsun ama ne yapılacaksa öbürleri yapsın.”

Kürt çocukları “biz silahı bırakmayız” diyorlardı.

Silahın da anasını…

Barışmak bu kadar ağırınıza gidiyorsa barışmayın.

Öldürün birbirinizi.

Bana ne?

Ben zaten ihtiyarım, kendiliğimden öleceğim, bu konuda hiç yardıma ihtiyacım yok.

“Ama gençler yaşayacaklar, iyi yaşasınlar, mutlu yaşasınlar” gibi manasız bir takıntım var.

Takıntının da anasını…

Bazıları da beni “gazeteyi almamakla” tehdit ediyordu.

İstanbul karşımda öyle nazlı bir kadın gibi serilmiş yatıyor, ağaçlar yaprak yaprak, deniz serin bir mavi, sahiller kıpırtılı, çiçekler çıldırmış.

Almayın gazeteyi.

Alıp da bana mı iyilik yapıyorsunuz?

Hoşunuza gitmiyorsa, işinize yaramıyorsa almayın gitsin.

Bırakın batsın.

Batmayan gazetenin de anasını…

Kim kime iyilik yapıyor?

Siz mi bana?

Ben mi size?

Kim söyledi size benim bir gazete çıkarmaya mecbur olduğumu, Allahın emri değil ya bu, batırırız gider canına yandığımın gazetesini, gazete çıkartacağım diye mevsimleri pencereden seyredeceğim, bir de beni tehdit edeceksiniz.

Bu gazete benim değil, bu gazete kimsenin değil, bu gazete onu kim alıyorsa onun, beğenmiyor musunuz, sevmiyor musunuz, hoşunuza gitmiyor mu, bırakırsınız batar.

Gider tehdit edecek başka birini bulursunuz.

Ne fikirlerimi söyleyeyim diye bir derdim, ne gazete çıkartayım diye bir ihtirasım, ne de okuyucular tarafından tehdit edileyim diye bir arzum var.

Dostsak dostuz.

Değilsek değiliz.

Barış istemiyorsanız…

Barışmayın.

Savaşmak istiyorsanız savaşın…

Barışın da anasını, savaşın da anasını…

Gazetenin de anasını…

Dışarıda bahar var…

Baharın da anasını…